Bugun...
SON DAKİKA

MAİDE SURESİNİN 54. AYETİ ( VI )

 Tarih: 09-08-2017 22:28:00
Hasan DİNÇ

Geçen haftaki yazımı Arapları uyaran, ikaz ve tehdit eden inzar ayetleriyle birlikte yerlerine ikame edilecek olan kavmin bu ayetlerde belirtilen özelliklerini yazarak sonuçlandırmıştım. Ayrıca bu ayetlerde ismi zikredilmeyen bu kavim ile ilgili Arap, Fars, Türk müfessir ve tarihçilerinin verdiği bilgileri aktaracağımı da ifade ederek yazımı sonlandırmıştım.

Çeşitli surelerdeki bu ayetlerin hele de Maide suresinin 54. Ayeti nazil olunca Arapların yerine geçecek ve “Allah’ın sevdiğini” beyan ettiği bu mübarek kavim Mescid-i Nebevi’de Ashab-ı Kiram (Peygamber dostları ve arkadaşları) tarafından merak edilmiş ve tartışılmaya başlanmıştır. Her sahabenin bilinen bir kavmin ismini vermesiyle durum biraz daha içinden çıkılmaz hale gelince her konuda olduğu gibi bu konuda da Hz. Peygambere müracaat edilmiş ve ondan konu hakkında bilgi edinilmeye çalışılmıştır. Bu ilk tartışmalarda Arapların tanıdığı ve komşuluk münasebetlerini geliştirdiği kavim ve kabilelerin isimleri öne çıkmış, kimi Yemenliler, kimi Habeşliler üzerinde durmuş; bazıları da güçlü bedevi kabileler üzerinde durarak onların isimlerini ortaya atmışlardır. Peygamber Efendimiz konunun tartışılmasından memnuniyet duymuş, soruya da yanında oturan Selman-ı Fârisi’ye dönerek ve mübarek elini onun omzuna koyarak“Bu ve bunun arkadaşlarıdır” diyerek cevaplandırmıştır.

Adından da anlaşılacağı gibi Selman-ı Farisi İranlı olup Fars kavmindendir. Ancak Peygamberimiz “Bu ve bunun arkadaşları” derken hiçbir zaman kendi nübüvvet ve risaletinin karşısına dikilen, Onu ve Arapları ta cahiliye devrinden beri hor ve hakir gören bir kavmi kastetmediği açıktır. Hatta bu ayetlerin vahyedildiği dönemde Bizans imparatorluğu ile Sasaniler arasında çıkan bir savaşta putperestlerin temsilcisi Sasanilerin Ehl-i Kitabı temsil eden Bizansı yenmesinden büyük üzüntü duymuş; bu üzüntüsünü gidermek üzere Cenab-ı Allah Rum suresindeki ayetlerle en kısa zamanda Sasanilere karşı Bizansın galip geleceğini duyurarak peygamberin ve Müslümanların üzüntülerini gidermek istemiştir. Bu nedenle Fars kavminin Arapların yerine getirilmesinin mümkün olmadığı apaçık bellidir. Öyleyse Hz. Peygamberin “bu ve bunun arkadaşları” derken neyi kastettiğini daha iyi irdelemek gerekir. Peygamberin bu hadisiyle bu kavmin Selman-ı Farisi gibi Arap dışı bir kavim olacağını, hatta daha sonraki uygulamalarla görüleceği üzere Mevalilerden Yani Arapların köle olarak nitelendirdikleri bir kavmi işaret ettiği açıktır.

İlk dönem İslâm kaynaklarında Türklerle ilgili bir bilgi bulunmamaktadır. Çünkü Araplarla Orta Asya’da binlerce kilometre uzaklarda yaşayan Türklerin münasebetleri olmadığı için birbirlerini tanımıyor, gerçek dünyaları bir yana hayal dünyalarında bile birbirleriyle ilgili kanatları bulunmuyordu. O nedenle bu ayetlerin tefsiri konusunda bu kavmin Türkler olabileceği hiçbir Arap tarihçisinin aklına bile gelmiyordu. Hz. Ömer zamanında Nihavend savaşıyla Sasani imparatorluğunu yıkan Müslüman Araplar İran topraklarına sahip olunca ilk defa Horasan’a komşu olmuşlar ve Türklerle temas kurma fırsatını bulmuşlardır. Kuteybe komutasındaki Müslüman Arap orduları Horasan üzerinden Orta Asya’ya doğru yönelince karşılarında ilk defa çok ciddi bir mukavemet gösteren bir kavimle karşılaştılar. Tam bir asır süren Orta Asya’daki Türklerle bu mücadele iki taraf içinde çok korkunç olmuş, taraflar büyük kayıplar vermiştir. Birbirlerine karşı acımasız davranmışlar, kan ve gözyaşı her iki tarafın da hafızalarında derin izler bırakmıştır. İşte bu sebeple Emevi ve Abbasilerin ilk dönemlerinde yazılan tarihler bu acı hatıraların etkisiyle kaleme alınmış ve İslâm tarihçileri gerçekle ilgisi olmayan birçok iftirayı Türklere uygun görmüşlerdir. Türkleri ölü eti yiyen yamyamlar olarak niteledikleri gibi Kur’an da zikredilen Yecüc-Mecüc kavminin de Türkler olduğunu iddia edecek kadar izansız beyanlarda bulunmayı uygun görmüşlerdir. Bu nedenle inzar ayetlerinde Arapların yerine geçecek kavmin Türkler olmasını bu iftira furyası içinde düşünebilen bir iki Arap âlim ve müfessiri çıkmamıştır.

Farslar ise tarihin en eski ve milli şuura ermiş kavimlerindendir. Türklerle tarihin bilinen devirlerinden beri bölge egemenliği için mücadele etmişler ve Türklere karşı husumet duygularını her zaman diri tutmuşlardır. Milli destanları Şehname İran- Turan mücadelesini anlatır ve bu mücadelede Türk hükümdarı Alp Er Tunga’nın nasıl mağlup edildiği bir destan hamaseti içinde dile getirilir. O nedenle erken dönemlerden beri uyanmış bulunan İran milli şuurundan Türkler lehine bir şeyler beklemek mümkün olmadığı gibi onlar da Arap yalan ve iftiralarına ayak uydurmuşlar ve bu asılsız iddiaları bir gerçekmiş gibi kitaplarına aktarabilmişlerdir.

Bizim müfessir ve tarihçilerimize gelince onlarda maalesef Arap kitaplarına bağlılığı İslâm’a bağlılık zehabıyla bu iftiraları din adına aynen kabullenmişler, hiçbir ilmi süzgeçten geçirmeden bu iftiraları dini bir hakikatmiş gibi kitaplarına aktarmışlardır. Ancak buna rağmen aralarından milli vicdan ve ilmi haysiyet sahibi bazı ilim adamlarımız çıkmış, çok olumsuz şartlara rağmen iftira ve yalanları tekzip ederek tarihi ve dini hakikatleri kitaplarında yazabilme haysiyetini göstermişlerdir.  Meselâ 16. Asır Türk ulemasından Vanî Mehmet Efendi yazdığı ARAİSÜ’L KUR’AN adındaki büyük tefsirinde Maide suresinin 54. Ayetini açıklarken Arapların yerine geçecek olan kavimle ilgili olarak aynen “Allahu Teâla’nın avn-ü inayetiyle, hüsn-ü tevfikine istinaden bizde deriz ki, bu kavim Arap kavmine mugayeret-i taamme ile mugayir bulunan Türk kavmidir.” Dedikten sonra yine “Bu kavim Türk kavmidir. Zira biz; uzun zamandan beri karada ve denizde, Şarkta ve Garpta Rumlar ve Frenklerle mücahede de bulunan gazilerin, bütün Bizans ülkelerini zapt edip oralara yerleşmiş olan Türkler olduğuna inanıyoruz. Bu suretle Rum, Ermeni ve Gürcü ülkeleriyle Frenk memleketlerinin bazıları ve Rus diyarının bir kısmı Türk memleketi haline gelmiş, Türklerin yümn-ü bereketi sayesinde Hristiyan cemaatlerinin ekserisi İslâm dinini kabul ederek evvelce Rum, Frenk ve Rus oldukları halde bilahare Türkleşmişlerdir.”  Diyerek tarihi olayları da delil göstermek suretiyle iddiasını ısbatlamıştır. Ancak onun bu çalışması Osmanlı medresesi tarafından cezalandırılmış, medrese ile ilgisi “Tevhid-i Kulubi İslâmiyana hizmet edemeyen, siyasete gayr-i vakıf ulemadan” gerekçesiyle kesilmiştir. Yani Vanî Mehmed Efendiyi bu günkü ifade ile“ Müslümanların kalplerini birleştirmekten, siyasete vakıf olmayan ulemadan” olmakla suçlamışlar ve medreseden uzaklaştırmışlardır. Hayretle görülmektedir ki İslâm’i gerçekler ta o zamandan beri siyasete kurban edilmiş ve gerçekleri söyleyenler dokuz köyden kovulmuştur. Daha sonra bu büyük Türk âlimi için İstanbul’da bir mahalle yapılmış, adına da VANİ KÖY denilmiştir. Ancak onun medrese ile ilgisini kesenlerin bugün adı ve sanı bile unutulmuştur.

XX. Yüz yıl Anadolu ulemasından Saad-i Nursi de  Maide suresinin 54.Ayeti ile ilgili olarak Mektubat adlı eserinde  aynen “ İşte ey ehl-i Kur’an olan şu vatanın evlatları! Altı yüz sene değil, belki Abbasiler zamanından beri bin senedir Kur’an-ı Kerim’in bayraktarı olarak bütün cihana karşı meydan okuyup, Kur’an-ı ilân etmişsiniz. Milliyetinizi Kur’an ve İslâmiyet’e kal’a yaptınız. Bütün dünyayı susturdunuz. Müthiş hücumları defettiniz. Ta (Allah öyle bir kavim getirir ki Allah onları, onlar da Allah’ı sever, onlar müminlere karşı şefkatli, kâfirlere karşı çok onurludurlar. Allah yolunda korkmadan, çekinmeden cihad ederler.) Ayetine güzel bir masadak ( uygunluk, tıpkılık) oldunuz.” Demiş ve Arap, Acem ve milli şuur yoksunu Türk ulemasına güzel bir ders vermiştir. Ayrıca “Ben de bu beyan-ı ilâhi karşısında düşündüm, Bu kavmin bin yıldan beri âlem-i İslâmın bayraktarlığını yapan Türk milleti olduğunu anladım. Bu bakımdan değil Said, belki bütün ehl-i hakikat Türk’ü Tahsin eder (sever). Türk’e dost olur” diyerek İslâm için Türk’ün ne ifade ettiğini en gerçekçi şekilde dile getirmiş, İslâm için Türk’ten uzak kalmak gerektiğini söyleyenlerin gerçekte neden uzaklaştıklarını en iyi şekilde anlatmıştır.

Yine XX. Yüz yıl Türk ülemasından ve Fatih dersiamlarından Ömer Nasuhi Bilmen yazdığı sekiz ciltlik Kur’an-ı Kerim’in Türkçe Meâl-i Âlisi ve Tefsiri adındaki önemli eserinde Maide suresinin 54. Ayetini açıklarken aynen “Fakat asr-ı saadetten itibaren bir nice muazzam kabileler, milletler şeref-i İslâm’a nail olmuş, İslâmiyet’i şarkta ve garpta neşre çalışıp durmuşlardır. Bilhassa Türk Milleti necibesi İslâmiyet’i kabul etmiş, bu uğurda asırlardan beri mücahede meydanlarına atılmış, İslâmiyet’in şark ve garba intişarında pek büyük hizmetlerde bulunmuşlardır. Bu suretle Kur’an-ı Mübinin tebşiratı tahakkuk etmiş, onun bir mucize-i ebediye olduğu mütecelli bulunmuştur. Bizler; ecdadımızın Din-i İslâm hususundaki bu ulvi hizmetleri ile iftihar eden, onların o güzel yollarını takip ve muvaffak olmamızı Hak Teâlâ hazretlerinden niyaz eyleriz” demekte milli şuur yoksunu Osmanlı ulemasına ve günümüzde Türk demeye ağızları varmayan sözde Müslümanlara güzel bir ders vermiştir. Türklüğü İslâmiyet’in alternatifiymiş gibi algılayıp Türk olmayı İslâm’dan uzaklaşma gibi görenlere ibret olmasını ve Allah’tan bu zanları için tevbe etmelerini dilerim.

Yine XX.Yüz yıl Anadolu evliyası Seyyid Abdulhakim Arvasi de konu ile ilgili olarak Türk milletine duyduğu derin sevgiyi ifade ederken aynen “ Ben bir seyyidim! Yani bu demektir ki Türk değilim, ama yeryüzünde bütün Türkler silinse, üç Türk kalsa biri ben olurdum. İki Türk kalsa yine biri ben olurdum. Son Türk kalsa da o,yine ben olurdum. Çünkü Türkler olmasa bu günkü manada İslâmiyet olmazdı” diyerek imani bir hakikati bütün çıplaklığı ile dile getirmiş, Türk’ün İslâm için ne ifade ettiğini en kalbi gerçekliği ile herkese hatırlatmıştır.

Not: Önümüzdeki hafta yazıma kaldığı yerden devam edilecek, konu hakkında Diyanet İşleri Başkanlığının düşünceleri aktarılacak ve son olarak Tarihin şahitliğinde konu hakkında kendi kanaatimizi okurlarımızla paylaşacağız. Şimdilik kalın sağlıcakla.

  Bu yazı 1577 defa okunmuştur.
  YORUMLAR YORUM YAP | 0 Yorum
  FACEBOOK YORUM
Yorum
  YAZARIN DİĞER YAZILARI
  YAZARLARIMIZ
YUKARI